Kurumsal GeliÅŸim Merkezi

Aklın Oyunları

Aklın Oyunları

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyonla yürüttüğünü biliriz. Mutluluk, mutsuzluk, sağlık, hastalık ve ölüm hepsi onun işi. Göz ardı ettiğimiz şey beynimizin iyiyi de kötüyü de öğrenebildiğidir.

Daha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaÅŸamımızda önemli bir yeri olduÄŸunu, örnekleriyle anlatmıştım. Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduÄŸunu, neredeyse 40 yılı aÅŸkın bir süredir birikmiÅŸ literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için deÄŸil, eÄŸer gerekli vizyonu oluÅŸturabilirsek, hem kiÅŸisel yaÅŸamımızda hem de organizasyonların yaÅŸamında köklü deÄŸiÅŸikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum.

Beynin Aptal Yanı

Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında deÄŸil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaÅŸam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. SeviÅŸebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. SaÄŸ duyu sahibi bir kiÅŸi, evlenmeden önce küçük bir pazar araÅŸtırması yapsa, sonuçları objektif kalarak deÄŸerlendirse, eÄŸer mazoÅŸist eÄŸilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiÄŸine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu.

Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu.

Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir ÅŸey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaÅŸamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoÄŸumuz karşılaÅŸmayız. KarşılaÅŸmayız ama sanki karşılaÅŸmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaÅŸtığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetiÅŸmediÄŸinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani  yaÅŸadığımız her olumsuz durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaÅŸarız. İşte "beynin aptal yanı" dediÄŸimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike deÄŸildir ama güzel beynimiz, o muhteÅŸem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni "vur ya da kaç" tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya baÅŸlar, daha sık solumaya baÅŸlarım. Benim güzel beynim dönüp bana, "Bak Emre’ciÄŸim, adamın öldürmek istediÄŸi bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese baÄŸlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaÅŸadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doÄŸal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleÅŸtirmesi karşısında yaÅŸadığım yoÄŸun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir ÅŸekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık iliÅŸkisi yoktur. Yani öfkelenebileceÄŸimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. DoÄŸu felsefesinin oluÅŸturduÄŸu tüm pratiÄŸin sonuçta bunu hedeflediÄŸini söyleyebiliriz.

Beynin Güzel Yanı

Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi.

Åžimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiÄŸini görelim. Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, baÅŸka bir grup hastaya da ÅŸeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileÅŸtirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç iÅŸe yarıyorsa, etkisinin diÄŸerinden farklı olması gerekir. Buna da araÅŸtırma dilinde "placebo etkisi" denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür.

ÖrneÄŸin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs aÄŸrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye baÅŸlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı baÄŸlamayı içeriyordu. Damarı baÄŸlanan hastaların %40’ında aÄŸrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araÅŸtırmacılar, iyileÅŸmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araÅŸtırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı baÄŸlandı. DiÄŸer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da aÄŸrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu.

Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş.

ÇoÄŸumuzun yaÅŸamında bedenimizin bir yerinde bir siÄŸil çıkmıştır. SiÄŸiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siÄŸil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siÄŸil yok etme" makinesi var. Kocaman bir ÅŸey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siÄŸillerinin yok olduÄŸunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siÄŸillerin "git" dendiÄŸinde gittiÄŸi görüldü. ÖrneÄŸin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siÄŸilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin saÄŸ ya da sol tarafındaki siÄŸillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor.

Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siÄŸilli çocuÄŸa sormuÅŸtu: "SiÄŸilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan baÅŸladı ve sonuçta 15 dolara anlaÅŸtılar. Ertesi hafta siÄŸili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı.

Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün.

İsterim Sevileyim

Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekârlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar.

Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kiÅŸiyle yaptıkları çalışma sosyal iliÅŸkilerin saÄŸlığa katkısını çok iyi gösteriyor. AraÅŸtırmacılar 7000 kiÅŸiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekârlar, boÅŸanmışlar, dullar, yakın arkadaÅŸları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diÄŸerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla.

Bir baÅŸka araÅŸtırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde saÄŸlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaÅŸadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaÅŸamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir ÅŸey fark ettirmiyor.

Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaÅŸamın köklü bir biçimde deÄŸiÅŸtiÄŸi, yoÄŸun stres yaÅŸandığı dönemlerde saÄŸlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi iÅŸini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araÅŸtırma yaptı. EÅŸlerinden, arkadaÅŸlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha saÄŸlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü.

K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteÄŸin azlığına baÄŸlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı.

Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir.

İlgi çekici bir araÅŸtırma da, bir yaÅŸlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaÅŸayanlara hemÅŸire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluÄŸunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. DiÄŸer kattakilere ise çiçeÄŸe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. ÇiçeÄŸe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileÅŸiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeÄŸin sorumluluÄŸunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bu kadarcığı bile bunu saÄŸlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceÄŸini hayal etmek bile güç.

Stres, Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık

Stresle bağışıklık sistemi arasındaki iliÅŸkiyi gösteren pek çok araÅŸtırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kiÅŸi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania Üniversitesi'nden Howard Hull ve arkadaÅŸları 25 kiÅŸiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruÅŸacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik giriÅŸimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kiÅŸiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteÄŸin öneminden söz ettik. Acaba kiÅŸilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaÅŸları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kiÅŸisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araÅŸtırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor, büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.

700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.

Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.

Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:

Dayanıklılık
Egzersiz
Sosyal destek

Bu üçünün bir arada oluÅŸu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93, ikisi yoksa %72, biri yoksa %58 ve üç kaynaÄŸa da sahip olanlar, yani düzenli egzersiz yapanlar, dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki, dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiÅŸtirirken ne yapacağımızı biliyoruz, hem de yetiÅŸkinler olarak stresle nasıl baÅŸa çıkacağımızı.

Emre Konuk, Uzman Psikolog - DBE Kurucu Başkanı

Kaynak: İnsan Dergisi, Haziran 2002, Sayı 4  

DBE Kurumsal Ölçme / Değerlendirme ve Eğitim Merkezi
Bizi Arayın  EÄŸitmenlerimiz

Benzer İçerikler :

DBE Kurumsal Sohbetler #1- Koçluk

DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü’nü kısaca tanıtıp, koçluk alanındaki faaliyetinizden bahseder misiniz? 35 yılı aÅŸkın deneyimi ve çözüm...

İşsizliğin İnsan Psikolojisi Üzerindeki Etkileri

İşsizlik bireyleri yalnızca finansal olarak etkilemez. İşsizliğin bireyler üzerindeki etkilerini incelerken hem finansal hem de sosyolojik ve psikolojik ...

İŞ DÜNYASINDA ETKİLİ PERFORMANS YÖNETİMİ

İş dünyasının büyük liderleri düzenli olarak yapılan performans yönetiminin önemine vurgu yaparlar. Performans yönetimi süreci, hedef tamamlama, geri ...

İŞ DÜNYASINDA GERİ BİLDİRİM NEDEN ÖNEMLİ?

Çalışanların kendilerini geliştirebilmeleri için olumlu geri bildirimler almaları hayati önem taşır. Geri bildirimler beklentileri netleştirir. Böyle...

İlginizi Çekebilir :

Aklın Oyunları

Beynimizin gerek psikolojik, gerekse beden sağlığımızı korumak için elinden geleni yaptığını ve daha pek çok işlevi ne denli muhteşem bir orkestrasyon...

Pedagoji’den Androgoji’ye Yetişkin Eğitimi

Günümüz eÄŸitim dünyasında bireyler eÄŸitim hayatlarına çok erken yaÅŸlarda baÅŸlarlar. Çocukluk döneminde baÅŸlayan eÄŸitim hayatı pedagojik eÄŸitim yaklaşımlarÄ...

ÇALIŞANLARIN PSİKOLOJİK POTANSİYELİ BAŞARIYI NASIL ETKİLİYOR?

Yaşamımızda meydana gelen olumlu ve olumsuz deneyimlerden, kimin, ne kadar etkilendiğini belirleyen faktör, psikolojik potansiyel olarak tanımlanabilir....

Patronunuza söylememeniz gereken 5 cümle

Günün büyük kısmını geçirdiğiniz iş yerindeki çalışma ortamının önemi ortada. İş arkadaşlarınızla iletişim kurmanın, teknolojinin nimetleri sağ olsun, artık ...