Zihin Ve Beden İlişkisi
Geçtiğimiz haftalarda, doğanın (genetik) ve yetişmenin (çevre) insan yaşamı üzerindeki göreceli belirleyiciliğine dair felsefi tartışmayı ele almış, bu bağlamda bilim dünyasında giderek değer kazanan 'epigenetik ilkeler' üzerine konuşmuştuk. Genetik dogmatizme karşı çıkan biliminsanlarının, genlerin kendiliğinden yaşamsal ifade bulamadığını vurgulayıp sahip olduğumuz türlü fiziksel, davranışsal yahut gelişimsel özelliğin, çevresel ve biyolojik unsurların etkileşimine bağlı olarak oluştuğunu savunduklarından söz etmiştik. Başka bir deyişle, epigenetik ilkelere göre, (istisnalar hariç) olumlu ve olumsuz pek çok fenotipik özelliğe yönelik genetik yatkınlığın, yaşamlarımız üzerinde nihai belirleyiciliğe sahip olmadığını, akıbetin önemli ölçüde çevreye bağlı olduğunu söylemiştik. Bugün de biyolojik bir yapıyla sınırlı olmayan zihnin, bedeni nasıl etkileyebildiğini konu edeceğiz.
İşin biyolojisine detaylı olarak değinmeyeceğimizi söylemiş; bununla birlikte, bir hücre biyologu olan Bruce H. Lipton’dan referansla birkaç önemli bilgiyi paylaşmıştık. Zihin ve beden ilişkisine odaklandığımız için, daha aydınlatıcı olması niyetiyle hatırlatalım:
Hücre, çevresel uyaranlara karşı duyarlıdır; bir uyaranla karşılaştığında, edindiği bilgileri inceler ve “uygun” bir davranışı tepki olarak seçer. Ayrıca, “deneyimlerden öğrenebilme” ve “hücresel hafıza yaratabilme” becerisine sahiptir. Üstelik, hücresel hafıza, kalıtım yoluyla nesilden nesle aktarılır.
DNA’yı sarmalayan proteinler, genlerin “varoluşunda” (aktivitenin oluşumunda, durmasında ya da değişmesinde) çok önemli bir role sahiptir; genleri etkiler, ve etkilenen bir gen, değişmiş haliyle, sonraki nesle aktarılır. Proteinleri etkileyen ise çevresel faktörlerdir.
Şimdi yine Lipton’ın izinden bu bilgilere yenilerini ekleyelim:
İnsan, çok hücreli bir organizma; trilyonlarca tek hücrenin oluşturduğu bir “topluluk”. Çok hücreli topluluklarda, belirli bir işlev yerine getiren doku ve organlarda görüldüğü üzere, özelleşme ve işbölümü var.
Lipton’a göre, yaşamın sırrı, DNA olarak adlandırılan meşhur çift sarmal değil, geleneksel biyologlar tarafından pek itibar edilmeyen hücre zarı. Vücüdumuzun çeşitli çevresel sinyalleri değerlendirerek uygun bir davranışta bulunması, hücre zarının marifeti.
Genel olarak alıcı ve etkileyici olarak adlandırılan ve hücresel hareketi oluşturan iki tip entegral hücre zarı proteini var. Alıcı proteinler, hücrenin içindeki ve/veya çevresindeki sinyalleri denetler; etkileyici proteinler ise alıcıların sağladığı bilgi doğrultusunda uygun bir tepki seçilmesini sağlar.
Hücre zarının yüzeyinin genişlemesiyle entegral hücre zarı proteinleri için daha fazla alan oluşturulur ve bu da bu proteinleri arttırmaya olanak sağlar. Böylelikle hücreler “daha akıllı” hale gelir. Burada hücresel düzeyde bir “evrim”den söz ediyoruz.
Bu bilgiler, çevresel unsurların hem hücre hem de organizmanın yaşamı üzerindeki belirleyeciliğini destekliyor. Genlerin, bir hücrenin ya da organizmanın yaşamını kontrol edemediği; hücrenin akıbetinin, karşılaştığı çevresel faktörlerin niteliğine, niceliğine ve hayatta kalmak bakımından kritik değerdeki adaptasyon becerisine bağlı olduğu anlaşılıyor.
Gelelim zihin ve beden ilişkisine. Lipton, son elli yılda yapılan birçok bilimsel çalışmanın (Goodman & Blank, 2002; Jin et al., 2000; Liboff, 2004; Sivitz, 2000) biyolojik yapı ve sistemleri çarpıcı biçimde etkileyen elektromanyetik/enerjisel unsurların varlığına işaret ettiğini belirtiyor. Başka bir deyişle, biyolojimiz, yalnızca fiziksel boyuttaki unsurlardan değil; enerjisel özellikteki unsurlardan da etkileniyor. Lipton, bu enerjisel “özel frekansların”; DNA, RNA ve protein sentezlerinin düzenlenmesi, proteinlerin şeklinin ve işlevlerinin değiştirilmesi, ve çeşitli hücresel faaliyetlerin (hücre bölünmesi gibi) ve hormon salgılanımının denetlenmesi gibi önemli yaşamsal süreçler üzerinde rol oynadığını söylüyor. Peki “elektromanyetik/enerjisel” derken neden bahsediyoruz? Örneğin, düşünceden.
Lipton’a göre, insanlar, diğer pek çok organizma gibi, enerjiyi algılamaya ve değerlendirmeye dayanan iletişim biçimini biliyor. Ancak yaşamını dile bağımlı olarak sürdürür hale geldikçe, enerji odaklı iletişimi ihmal etti ve böyle bir becerisi olduğunu dahi unuttu. Bunun sonucunda ise, tıpkı kullanılmayan bir biyolojik işlevin köreldiği gibi, bu iletişim becerimiz de zamanla köreldi. Yaşamlarını “eski dünya” ile uyumlu bir halde sürdürmekte olan ve bu duyumsal körelmeyi henüz deneyimlememiş kimi topluluklar (örneğin, kumun epey altında bulunan su birikintisini algılayabilen Aborjinler) enerjisel iletişimin varlığını destekleyen önemli birer örnek.
Haftaya devam.
Kaynak
Lipton, B. H. (2007). İnancın Biyolojisi (B. Ünlütabak, Çev.). İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık. (2005).
23.08.2012
Benzer İçerikler :
Geçtiğimiz hafta, empati ve empati ile ilişkili yardım etme davranışı üzerine konuşmuştuk. Her zaman, her durumda, herkese karşı aynı seviyede empa...
Geçtiğimiz hafta, küresel kriz ortamında dahi çalışanlarını motive etmeyi ve insanları peşinden sürüklemeyi başararak bizi şaşkınlık içinde bırakan liderlerden ...
Geçtiğimiz iki hafta bir soruya cevap aradık: Tüm kültürlerde ortak, evrensel duygu ve davranış özelliklerinden söz edebilir miyiz? Antropolojiden ve diğer...
Geçen hafta Festinger’in “Zihinsel Çelişki” ya da “Zihinsel Tutarsızlık” diyebileceğimiz teorisinden söz ettik. Bir iki de...
İlginizi Çekebilir :
Geçen hafta Marka evliliğinden, daha doğrusu markayla evlenmekten söz ettik. Deyim çok yerindeydi çünkü evlilik demek, bağlanmak yani duygusal bağlar...
Motivasyon...Bugünün dünyasında gerek kişisel, gerek sosyal, gerekse profesyonel anlamda baş köşeye oturmuş bir mesele; üzerine sayısız kitap yazılan, eğitim ...
Önce geçen haftanın bir özetini yapalım: Kırmızı etle hastalık arasındaki ilişkiden yaklaşık yarım yüzyıl önce, ilk söz eden Ancel Keys oldu. Başta her tü...
Geçen hafta Türk Milleti’nin seçimlerde nasıl her seferinde ortak aklını, sağduyusunu çalıştırıp, rivayet edilenin tersine bazan en doğru kararı...